22 Ekim 2012 Pazartesi

yabancı

bir felsefe hocamız vardı
simsiyah giysiler içinde zayıfça
jack skellington a benzetirdim onu
ama bir jack değildi
lise zamanları...

bir kız,
kalın, henüz aldırmaya başlamadığı kaşları altında
laciverte çalan mavi gözleri.

sokakta çalan bir akordeon tınısı,
yere düşen bozuk paraların sesi.
beklenti dolu bekleyiş dolu
ses tonlamaları..

otobüse vapura metroya 
şuraya buraya,
her seferinde yetişmeye çalışan insanlar
bir yerlere...

sonra hiç bir ayağın basmadığı bir sokak
çıkmaz sokak
bulanıklaşan dalgalanan görüntü
belirsizlik
şeffaf yarı saydam sonra opak
bir kapı belirdi ortaya
acaba içinden geçmeli mi geçmemeli mi ?


sinek vızıltıları,
leş gibi yosun ve deniz canlıları kokan bir kumsal,
kum tanecikleri arasında küçük cam kırıkları,
yürümeye korkarak öylece duruyorsun
ve bekliyorsun
düşünüyorsun
devam etmeli miyim ?
kalıyorsun öylece inme iniyor sanki.

karşına bir kuru kafa çıkıyor,
mum alevi gibi gözleri boşluklarında
sana elini uzatıyor,
elinde bir şey tutuyor.
peki sağ eli mi sol eli mi ?
farketmez.
sana bağlı.

elinde; içinde kırmızı bir sıvı olan 
minik bir şişe var.
şişeyi alıp bir dikişte içiyorsun.
bu sefer sorgulamadan.

sonra bedenin de o en başta oluşan kapı gibi opaklaşmaya başlıyor,
yavaş yavaş insan bedenine bürünüyor
bir kadının formunu alıyorsun,
fakat hala eksik bir şey var;
bir ruh.

kuru kafa; sana bunu elde edemeyeceğini, imkansız olduğunu
ve bu konuda sana yardım edemeyeceğini fısıldıyor,
çürümüş yeşil bir solukla.
ve umursamaz bir biçimde keman çalmaya başlıyor
sana sırtını dönerek.

artık görünür hale gelmiş bedeninle kapıya adım atarak karşı tarafa geçiyorsun.
ve "o an" pişman oluyorsun.
aslında bütün sorun ölümlü olmakta.
bela, ölümsüzlük değil.

fakat kapı kapandı ve geri de dönemiyorsun 
geldiğin yere.
çaresiz, omuzların düşük, gözlerin yere çivili,
akordeon  çalan adamın önündeki şapkaya bir bozukluk atıyorsun.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder