8 Ekim 2012 Pazartesi

haşhaş



eylülü bıçaklamışlardı,
kızıl kanlar içinde yatıyordu yerde.
belki bir attilâ ilhan şiirinin içinde gizliydi,
belki cemal süreya.
belki eylül değil nisan ayıydı belki ekim belki kasım.

etraf sakat ve hasta çocuktan geçilmiyordu,
hala eskileri giyinip çıkıyordum dışarı,
hala eskilerden konuşuyordum.
geçmişi bir türlü silemiyordum yüzümden,
makyaj değildi ya bir mendille geçiversin hemencik..

eski adetler eski alışkanlıklar,
pas rengi bir lavaboda yıkadım yüzümü,
gri su birikintilerini sıçratarak yürüdüm.
minik kedi yavrularını şöyle bir okşayıp geçtim.
ve kulaklıklarımda yine aynı melodiler...

kargalar dolmuştu göğe,
kargalar şehrin esas hakimleriydiler,
kimselerin bilmediği türlü dilleri konuşup dururlardı.
geceleri fısır fısır türlü insanın türlü sırrını paylaşırlardı.
belki yüzyıllarca yaşarlardı ve yine de korkunç şeyler görüp geçirirlerdi.
fakat insanlar bilemezdi...

saçlarım dökülüyordu avuç avuç geçtiğim yerlere,
ardından kaşlarım.
sonra bir baktım ki gözlerimin yerinde yeller esiyordu.
ardından ruhumu yitirdim,
soluk bir hatıra olarak kaldım.

bir gün pul pul olup yerlere döküldüğümde küçük bir kız çocuğu geldi, beni küçücük elleriyle yerden tane tane toplayıp bir kavanoza doldurdu. kapağını sıkıca kapatıp, oyuncak dolabının gizli bir köşesine koydu. ansızın dolabın içinde beliren bir kara kedi de bir pati darbesiyle beni dolaptan dışarı itip yere düşürüverdi. tuzla buz.. yine atomlarıma ayrışmıştım. ama bu sefer imdadıma koşacak bir kız çocuğu yoktu. beni terk edip başka bir şehre gitmişti. orada daha güzel oyuncaklar varmış; anne babası aklını  çelmiş. ben de odadan içeri giren rüzgarın gazabıyla uçuşup pencereden dışarı daldım ve sonsuzluğa karıştım.
solmuş ama hala varlığını sürdürmekte ısrar eden ruhum bir çiçeğin tomurcuğunun içine konup orada sonsuz dinlencesine adım atmıştı.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder