14 Aralık 2012 Cuma

bir tutam King.



On dokuz yaşında olma bir bencillik dönemidir ve kişi o yaştayken her şey kendi çevresine dönüyormuş gibi hisseder. Oysa benim o dönemimde ulaşamayacağım birçok şey vardı ve onlara değer veriyorum. Bir daktilo makinesi edinmiştim ve makineyi her pislik çukuru evimden ötekine taşıyıp duruyordum. Her dakika ağzımda bir sigara ve cebimde bir sigara paketiyle yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Orta yaşlarda verilecek ödünler uzaklardaydı ve yaşlılık döneminde işitilecek hakaretler ufukların ötesindeydi. Bob Seger'in bir şarkısında dillendirdiği gibi ben bunları kamyon satarken kullanıyordum. O yaşımda kendimi sınırsız güçlü ve iyimserlikle dolu buluyordum. Ceplerim boştu ama kafam ve kalbim söylemek istediğim, anlatmayı dilediğim öykülerle dopdoluydu. Bunlar size şu anda basmakalıp sözler gibi gelebilir, ama o sıralarda kendimi görkemli biriymiş gibi hissediyordum. Soğukkanlıydım. Her şeyden çok okurumun savunma sınırlarının içine girmek, o sınırları parçalayıp ırzına geçmek; okurlarımı sonsuza dek başka hiçbir şeyle değil, ama öykülerimle etkileyip değiştirmek istiyordum. Bunları yapabileceğimi ve daha önce de yapmış olduğumu duyumsuyordum. 

Stephen King-Kara kule I ( Silahşor)
"sunuş"tan alıntı.  




13 Aralık 2012 Perşembe

kırmızı pabuçlar


"The organ played and the children’s voices in the choir sounded soft and lovely. The bright warm sunshine streamed through the window into the pew where Karen sat, and her heart became so filled with it, so filled with peace and joy, that it broke. Her soul flew on the sunbeams to Heaven, and no one was there who asked after the Red Shoes."




Hans Christian Andersen'in başlıkta adı geçen masalından alıntıdır.

28 Kasım 2012 Çarşamba

yeşil çim



bir adam vardı..

düşündükçe sigara üstüne sigara yakmamak için zor duruyorum, şakaklarımı ovuşturarak gergince. sinirli sinirli. 
istediği hiçbir şey kendi arzu ettiği ölçüde ve biçimde ortaya dökülmemişti, ağzından o şekilde çıkmamıştı hiç. içinde patlamalar yaşanıyordu, depremler oluyordu ama kimsenin bunlardan haberi yoktu. çünkü anlatmıyordu. anlaşılıp anlaşılmama korkusu değildi derdi. umursamıyordu onları sadece. o kadar. hayır bariz bir nefreti de yoktu bariz bir şeye. ama hoşlanmıyordu işte.
uzun dalgalı saçlarını giydiği siyah tişörtlerin ensesine atarak, deri ceketini sırtına geçirir, gecenin samimi ve sıcak fahişeliğine sığınarak, en az bilindik en köhne barlara giderdi. kafayı çekmeye değil, kafayı toparlamaya. kendini bulmaya... farkındalığa ve keşfetmeye..
yanına kadınlar gidip gelirdi. hiç birine pas vermezdi. onlar da aslında durum tam aksiymiş gibi, en ufak mimiği yüz verme sanarak, yılışık hareketlerle ona asılırlar, zar atarlardı.
eğile eğile konuşmalar, ağız yaymalar, argo laflar...
o ise..
kendi yarattığı yas dolu evreninde, griye dahi yer vermeyerek, en ciddi haliyle matemini tutmaya devam eder, halinden hiç taviz vermezdi. 
geceleri saatlerce düşünmüştü duvarları seyrederek, gündüzleri dakikalarca kum saatini sürekli alt üst yaparak...
odasının duvarında yaşlı bir adam portresi vardı, kara kalemle çizdiği. bu "benim " derdi..

"bu kahrolası adam hayatı boyunca savaştı,
kazanamayacağı bu mücadelede,
o hep aynı kaldı.
artık yorulmuş bir savaşçı,
bıkmış,
artık umursamamaya karar vermiş bu yaşlı adam,
pişmanlık içinde ölmeye hazırlanıyor.
o yaşlı adam benim."

onu düşünürken hala gözlerim doluyor, ellerim titriyor. 
ama onu geri getiremiyorum, çünkü ulaşamayacağım bir yerlere gitti. farklı boyutlarda dolaşıyor sürekli. yardım etmemi de istemiyor. onun için bir çift güzel gözden başka bir şey değilmişim gibi davranıyor bana. 

ellerini tutardım ben de. hep buz gibi olurlardı. gözlerini yakalamaya çalışırdım. ama onlar sanki az sonra fırtına koparacak bir gökyüzü edasıyla grileşerek,  kurşunların kılığına bürünürdü, onların ağırlığı altında ezilirdim. ruhum mengene içinde kıskıvrak gibi hissederdim. 
sonra gitti işte. engel olamadım. özlemiyor muyum hiç ? -hem de ölesiye. ama insan ölmeden de ölmek zorunda kalıyor ya çoğu zaman ya da birtakım uzuvlarını öldürmek zorunda kalıyor, yüreğini falan mesela...

onunla ilgili en son anımı anlatayım size:

barda her zamanki gibi başı öne eğik, buzdan parmaklarla viski bardağını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. kapıdan içeri girdiğimi görmedi. zaten hiç fark etmezdi kadınları. gözleri görmek için değil, gerçekliğin ötesindeki esas gerçeği görmek uğruna bu yolda yanıp tutuşmak içindi. 
onun için görsellik değil, bütün bunların arkasında yatan tek doğru ona göre ne ise oydu. 
yanına bile oturamadım. onu sırtından gören bir masaya oturup izlemeye başladım. her zamanki kadınlar gelip geçiyordu yanından. her zamanki monolog yaşanıyordu. sanki dilini yutmuş genç ve serseri bir çobandı, sanki kimseye zararı dokunmayan köyün delisiydi.
fakat öyle heybetli ve yakışıklı bir deliydi ki.. her neyse göz yaşlarım kağıdı ıslatıp yırtacak birazdan o yüzden kısaca devam edeyim.

bar köhne ve eski kafaydı ve müzik, plaklardan tütüyordu bir duman gibi.
karakteristik sese sahip bir adam, içli bir şarkı söylüyordu. yitip giden aşkından, yeşil çimlerden, yel değirmenlerinden, gökyüzünden ve tanrıdan bahsediyordu. ne kadar da melankolik sözlerle dışa vuruyordu acısını. oysa ki çimler güzeldir, neşelidir. bizi mutlu etmelidir, ki sarışın güneş de...

bourbona batırılmış ve tütsülenmiş ses, şarkısına devam ediyordu. o ise hiç kıpırdamıyordu. şarkıyla bir potada erimiş gibi sanki nefes dahi almıyordu. sadece önüne bakıyordu artık. tam ayaklarının üstüne.

şarkı sonlara yaklaşmıştı:

asla benden kurtulamayacaksın.
O; Tanrı, benden bir ağaç yaratacak.
bana elveda demeye hakkın yok.
gitmeden önce son bir kez tarif et bana gökyüzünü.

ve eskiden bir kalbim vardı.
şimdi onun boşluğunun olduğu yere koy kafanı usulca.
çimlerle bir ol, seviş.
ve bir zamanlar beni sevdiğini hatırla.

plak durmuştu. duvar saati tik taklarını kesmişti. bar kadınlarının gözleri yere dikili utanç ve keder içinde kaskatıydılar. sinek bile utancından uçmuyordu.

tak diye bir ses geldi. etle kaplı bir kemiğin tahta masaya çarpıp çıkardığı ses. 
masanın üstüne yığılıp kalmıştı. nefesimi almıştım ama geri veremiyordum. yanına gidemedim. bunu yapamadım. son bir kez dahi bakamadım. sonradan anlatanlardan duydum.
kara saçları artık ölü olan başının üstünde kara solucanlar gibi kıvrılıp sarkmış, burnundan ve ağzından yayılan kanlar sessiz ve usul akan bir ırmak oluşturarak yerde sinsi bir birikinti oluşturmuşlardı.

bir an sonra her şey eski haline döndü. saat çalışmaya başladı. sinek uçmaya.

bense artık ölüydüm.






24 Kasım 2012 Cumartesi

bir tutam bukowski




Melancholia
Charles Bukowski  

the history of melancholia
includes all of us.
me, I writhe in dirty sheets
while staring at blue walls
and nothing. 
I have gotten so used to melancholia
that 
I greet it like an old friend. 

I will now do 15 minutes of grieving
for the lost redhead,
I tell the gods. 
I do it and feel quite bad
quite sad,
then I rise
CLEANSED
even though nothing 
is solved. 
that's what I get for kicking 
religion in the ass. 
I should have kicked the redhead
in the ass
where her brains and her bread and
butter are
at ... 
but, no, I've felt sad
about everything:
the lost redhead was just another
smash in a lifelong
loss ... 
I listen to drums on the radio now
and grin.
there is something wrong with me
besides
melancholia.

çevirmek gerekirse:

melankoli tarihi
hepimizi kapsar.
ben, kirli çarşaflar içerisinde 
acıdan kıvranırım
mavi duvarlara ve hiçbir şeye 
bakakalırken.
melankoliye öyle alıştım ki
eski bir arkadaş gibi selamlıyorum onu.
şimdi 15 dakikalık bir yas tutacağım
tanrılara anlattığım
o kaybettiğim kızıl için.
bunu yapıyorum ve oldukça kötü
oldukça üzgün hissediyorum.
ve sonra ayağa kalkıyorum
ARINMIŞ OLARAK 
hiçbir şeyin çözülmemiş olmasına rağmen.
bu , 
dinin kıçına tekme savurmakla elde ettiğim şey.
o kızılın da kıçına bir tekme savurmalıydım.
beyninin, ekmek teknesinin olduğu yere...
fakat, hayır, üzgün hissettim 
her şey için:
kaybettiğim kızıl 
ömür boyu süren bir yenilgide
mahvoluşlardan biriydi sadece.

şimdi radyoda çalan bateriyi dinliyor 
ve sırıtıyorum.
bende bir sorun var
melankoliden 
başka. 


30 Ekim 2012 Salı

kasım başlarken

otobüste eve önerken güneş batmak üzere. tatlı anılara dalıyorum. içinde sen varsın. natürlich. gülümsüyorum pencere kenarından bakarken dış dünyaya. o  sırada gözümün takılı olduğu insanlar varsa şayet, yanlış anlıyorlar, onlar da bana cevaben dik dik bakıyor. umrumda değil. sırıtmaya devam ediyorum ufuktan. gözlerimi kaçırmam için bir gerekçe yok.

ikinci buluşmamızdı. beyaz, artık paslanmaya başlamış demir korkuluklara yaslanarak denizi seyrediyorduk. kenarlarda su sığdı. dibindeki kumlar ve pislikler görünüyordu net şekilde ve hatta suda denizanaları vardı. en çok hatırladığım ayrıntı bu hayvancıklar ve sımsıcak bir güneş. heyecan ve utançtan sımsıkı tutuyordum çantamın sapını.. bakışlarım sığ sulardaydı. yanıma yaklaşıyordun. sarılmak istiyordun. belimi kavramıştın. geri çektim kendimi. henüz erkendi. aslında sadece birkaç saniyeliğine ya da saatliğine erkendi. gözümü takılı olduğu sudan çevirip sana yönelttim. 

ve az daha sonra artık sevgiliydik. . . 


27 Ekim 2012 Cumartesi

bloodstained doors



geçen geceki rüyamı anlatayım ozaman:

insanlar var..kimisiyle konuşuyorum kimisiyle dargınım, küsüm. bir yerde toplaşmışız. sonra balkondan sarkıp aşağıya bakıyoruz. çünkü gökten minik bir araç düşmüş. içinde de bir adam.. Back to the future'daki Marty. sonra bir gurup adam, yani 5 kişi falan bizim için geliyor, zarar vermeye galiba. korkuyoruz ve kapıyı kapatıyoruz. ben o an nedense üst baş ne giysem telaşındayım. hatta pandalı pijamamı geçiriyorum ayağıma falan sonra birden insanlar yok oluyor. tek başımayım artık. elimde bir tabanca var. altın kaplama. silahın kabzasını çevirdiğimde sprey oluyormuş. göz yaşartıcı spreylerden. bir anda kendimi bir hastanenin koridorlarında ilerlerken buluyorum ve geçtiğim yerdeki adamlara bu spreyi sıkıyorum koşarak yanlarından geçerken. onları yavaşlatıyorum en azından çünkü tabancamda mermi yok. ve üzerinde 75 mermi alabileceğini söyleyen bir gösterge var. sonra hızlanarak merdivenlerden aşağı iniyorum. yaklaşık 4 kat. kalorifer boruları görüyorum. sağ ve solda tabela var. birinde cani odası diyor birinde psikoloji ile ilgili şimdi hatırlayamadığım bir kelime yazıyor. korkuyorum. sonuçta mermim yok. "yukarı çıkayım, yangın merdiveninden aşağı inerek çıkışa varırım" diye düşünüyorum kendi kendime. küçük bir odanın önündeyim. kapıda yarı boyda beyaz bir kağıt, üzerinde mavi tükenmezle yazılar var. hatta bazı yazılar kırmızı tükenmezle daire içine alınmış. hastaneye geldiğimden beri ben artık erkekmişim. odada annem kalıyormuş. kağıtta onunla ilgili bilgiler varmış. depresyon, bunalım ve alienleşme gibi kelimeleri çok iyi hatırlıyorum. o sırada bir kadın doktor geliyor ve bir şeyler söylüyor. umursamıyorum. sağ tarafa baktığımda, krem rengi çift kapı var. tam da hastanelere özgü bir krem rengi... kan içinde. sıçramış kan damlalarıyla dolu. sanki o kapının önünde birinin beyni havaya uçurulmuş gibi.
...

23 Ekim 2012 Salı

Fairy Tales




Yumuşak başlı çocuk pek sevdiği büyükannesinin ( o olduğunu sanıyordu) yanında, arkasına yaslanmıştı. Fakat aniden, "Büyükanne!"  diye bağırdı Kırmızı Şapkalı Kız,
"Ne de uzun kolların var!"
öteki cevapladı, "Sana daha iyi sarılabilmek için, küçüğüm." 
"Fakat, büyükanne, Kulakların da kocaman!"
"Seni daha iyi duyabilmek için." sesi durgundu.
Fakat zavallı küçük kız korkmuştu. (ince bir sesle)
"Büyükanne, çok büyük gözlerin var."
"Seni daha iyi görebilmek için, sanırım." 
"Dişlerin ne kadar da iri!" ve kötü kurt bağırdı,
" Şimdi seni yiyip bitirmek için!"






22 Ekim 2012 Pazartesi

yabancı

bir felsefe hocamız vardı
simsiyah giysiler içinde zayıfça
jack skellington a benzetirdim onu
ama bir jack değildi
lise zamanları...

bir kız,
kalın, henüz aldırmaya başlamadığı kaşları altında
laciverte çalan mavi gözleri.

sokakta çalan bir akordeon tınısı,
yere düşen bozuk paraların sesi.
beklenti dolu bekleyiş dolu
ses tonlamaları..

otobüse vapura metroya 
şuraya buraya,
her seferinde yetişmeye çalışan insanlar
bir yerlere...

sonra hiç bir ayağın basmadığı bir sokak
çıkmaz sokak
bulanıklaşan dalgalanan görüntü
belirsizlik
şeffaf yarı saydam sonra opak
bir kapı belirdi ortaya
acaba içinden geçmeli mi geçmemeli mi ?


sinek vızıltıları,
leş gibi yosun ve deniz canlıları kokan bir kumsal,
kum tanecikleri arasında küçük cam kırıkları,
yürümeye korkarak öylece duruyorsun
ve bekliyorsun
düşünüyorsun
devam etmeli miyim ?
kalıyorsun öylece inme iniyor sanki.

karşına bir kuru kafa çıkıyor,
mum alevi gibi gözleri boşluklarında
sana elini uzatıyor,
elinde bir şey tutuyor.
peki sağ eli mi sol eli mi ?
farketmez.
sana bağlı.

elinde; içinde kırmızı bir sıvı olan 
minik bir şişe var.
şişeyi alıp bir dikişte içiyorsun.
bu sefer sorgulamadan.

sonra bedenin de o en başta oluşan kapı gibi opaklaşmaya başlıyor,
yavaş yavaş insan bedenine bürünüyor
bir kadının formunu alıyorsun,
fakat hala eksik bir şey var;
bir ruh.

kuru kafa; sana bunu elde edemeyeceğini, imkansız olduğunu
ve bu konuda sana yardım edemeyeceğini fısıldıyor,
çürümüş yeşil bir solukla.
ve umursamaz bir biçimde keman çalmaya başlıyor
sana sırtını dönerek.

artık görünür hale gelmiş bedeninle kapıya adım atarak karşı tarafa geçiyorsun.
ve "o an" pişman oluyorsun.
aslında bütün sorun ölümlü olmakta.
bela, ölümsüzlük değil.

fakat kapı kapandı ve geri de dönemiyorsun 
geldiğin yere.
çaresiz, omuzların düşük, gözlerin yere çivili,
akordeon  çalan adamın önündeki şapkaya bir bozukluk atıyorsun.



8 Ekim 2012 Pazartesi

haşhaş



eylülü bıçaklamışlardı,
kızıl kanlar içinde yatıyordu yerde.
belki bir attilâ ilhan şiirinin içinde gizliydi,
belki cemal süreya.
belki eylül değil nisan ayıydı belki ekim belki kasım.

etraf sakat ve hasta çocuktan geçilmiyordu,
hala eskileri giyinip çıkıyordum dışarı,
hala eskilerden konuşuyordum.
geçmişi bir türlü silemiyordum yüzümden,
makyaj değildi ya bir mendille geçiversin hemencik..

eski adetler eski alışkanlıklar,
pas rengi bir lavaboda yıkadım yüzümü,
gri su birikintilerini sıçratarak yürüdüm.
minik kedi yavrularını şöyle bir okşayıp geçtim.
ve kulaklıklarımda yine aynı melodiler...

kargalar dolmuştu göğe,
kargalar şehrin esas hakimleriydiler,
kimselerin bilmediği türlü dilleri konuşup dururlardı.
geceleri fısır fısır türlü insanın türlü sırrını paylaşırlardı.
belki yüzyıllarca yaşarlardı ve yine de korkunç şeyler görüp geçirirlerdi.
fakat insanlar bilemezdi...

saçlarım dökülüyordu avuç avuç geçtiğim yerlere,
ardından kaşlarım.
sonra bir baktım ki gözlerimin yerinde yeller esiyordu.
ardından ruhumu yitirdim,
soluk bir hatıra olarak kaldım.

bir gün pul pul olup yerlere döküldüğümde küçük bir kız çocuğu geldi, beni küçücük elleriyle yerden tane tane toplayıp bir kavanoza doldurdu. kapağını sıkıca kapatıp, oyuncak dolabının gizli bir köşesine koydu. ansızın dolabın içinde beliren bir kara kedi de bir pati darbesiyle beni dolaptan dışarı itip yere düşürüverdi. tuzla buz.. yine atomlarıma ayrışmıştım. ama bu sefer imdadıma koşacak bir kız çocuğu yoktu. beni terk edip başka bir şehre gitmişti. orada daha güzel oyuncaklar varmış; anne babası aklını  çelmiş. ben de odadan içeri giren rüzgarın gazabıyla uçuşup pencereden dışarı daldım ve sonsuzluğa karıştım.
solmuş ama hala varlığını sürdürmekte ısrar eden ruhum bir çiçeğin tomurcuğunun içine konup orada sonsuz dinlencesine adım atmıştı.






3 Ekim 2012 Çarşamba

çılgınlığın ötesinde



gölgelerden fırlayıp
yine gölgelere karıştı sonunda.

embesil bir yalan yarattı kalbinde
ve buna inandı

aşkları ölümsüz sanıldı
oysa kusulmuş bir yemek artığından başka bir şey değildi.

yaklaştı, adamının uzun siyah saçlarını sağ elinin avucuna alıp, parmaklarına doladı. ipeksi saçlar elinden kayıp gidiyordu temizlikten. bir süre okşadı adamını. çenesinden başlayıp, yanaklarına, beyaz alnına, şakaklarına kadar okşadı. o alın ki aklığında pek çok sırlar barındırıyordu çook derinlerde. sonra yavaşça dudaklarına yaklaştırdı ağzını, sıcak, istek dolu nefesini. adamının dudakları sımsıkı kapalı çizgi halinde gözler önündeydi. incelerdi. onun da istekli olduğu her yerinden belli oluyordu ama bir sırrı vardı işte. dudaklarının inceliğinde saklı belki...
kadın kırmızı renkli iç çamaşırları içindeydi, gece lambasının ışığında gölgesi duvarda bir tuhaf görünüyordu. kumral düz saçları parlaktı. gözlerinin önüne kısa tutamlar düşüyordu. gözlerinden keskin ışıklar fışkırıyordu.

aslında bu senaryoyu tam tersi şeklinde kurgulamıştım fakat şimdi sonunu değiştirmek istiyorum. 

adam zümrüt rengi gözleri alev alev yanarken, gelip kadının incecik beline sarıldı. kulağına bir kaç erotik söz fısıldayıp yanağını yanağına yasladı. 

fonda Bauhaus çalıyordu..o bilindik 9 küsür dakika süren şarkısı..

bu arada küçük bir sineği laptop ekranında ezip öldürdüm. o da her bulduğu ışığa yanaşmasaydı napiyim.

sonra adam kadını belinden tutarak yatağa yatırdı. bir süre öpüp okşadı vücudunun her yerini. her bir noktasını kokladı. o an zümrüt yeşili gözlerde tuhaf bir elektriklenme oldu. o gözlerin ardına birer küçük iblis gelip yerleşmişti sanki. yeşilin yerini karanlık aldı. önce sol eliyle kadının ağzını sıkıca kapattı ve cebinden çıkardığı kelebek çakıyla kadının gırtlağını boydan boya yardı. duvara sıçrayan kanlar loş ışıkta garip bir şekilde ışıldıyordu. kadının gözleriyse şaşkınlıktan, ölümün aniliğinden ve korkusundan dev gibi açılmıştı. 

ölüyü oracıkta bıraktı. derin bir soluk verdi. banyoya geçmeden önce durup çalan parçayı değiştirdi. yerine Slim Whitman açtı. 

duşta soğuk suyun altında yıkanırken yaptığından memnun, sırıtıyordu. göz bebeklerinin arkasında minik bir şeytan dans ediyordu.
...  








26 Eylül 2012 Çarşamba

cehalet mutluluktur



kalbimde bir anlık o his
elektrik çarpmış gibi
çok güçlü bir akım 
şiddetle damarlarımdan 
akıp gitmiş ve ordan yüreğime ulaşmış
ve onu avuçlarına almış gibi

hayır çaresiz bir his değil asla yoo,
fakat kesif, tutkulu ve
şehvetli.

anlatamayacağım kimi hisler 
birikiyor bazen kalbimde
kendilerine içimin loşluklarında nemli 
kuytular bulup yerleşmeye başlıyorlar
ve yeşilleniyorlar orda
kök salıyorlar
ve zamanla da dallanıp budaklanıyorlar.

ben gece insanıyımdır,
genelde yazılarımı bu saatlerde yazmam da bu yüzden sanırım.
pek de beğenildiğimi düşünmem
beğendiğini zanneden de bir avuç kişidir
ihtimal dahilinde.

bir sevgili
bir aşık
bir dost
bir arkadaş
ve arkadaş olduğunu sanan
oysa ki rezil sahte kostümler giyen pek çokları
öyle ki artlarında bıraktıkları iğrenç sızıntılar
ve çöpsel kokular
gözlerinizi yaşartır 
bulantı duyarsınız hayatın bu kirli yüzüne.

bazen elde ettiğimi sanarım,
o iyi olan arkadaşlardan bazılarını.
bir gün onlardan biriyleydim.
bir masada oturup çay içerken 
yaşlı bir adam yaklaştı
konuşmuyordu
üstü başı dökülüyordu
yıpranmıştı
gözleri küreleri içinde sürekli hareket ediyordu.
bir türlü ne istediğini de söylemiyordu.
neden sonra masadaki sigara paketine bakışları kitlenince 
anladım derdini.
bir dal sigara çıkarıp uzattım.
hiçbir şey söylemeden çekilip gitti.
ama bir nebze olsun gülümsüyordu sanki giderken.

biraz daha sonra yanımızdaki yoldan bir dolmuş geçti
içinde sakallı sarıklı bir herif;
dolmuşun şöförü.
bir iran havası esti gözlerimin önünden.

eve döndüğümdeyse durum hep aynıydı.
zaten son zamanlarda hiç değişmiyordu.
insanlar aşık olduğunu sanıyordu mesela.
birbirlerini kullanıyorlardı arsızca,
ki bundan iki tarafın da haberi varmış ve gayet memnunlarmış gibi hallerinden..
başkalarını unutmak için birbirlerinin bedenlerini ve ruhlarını emip sömürüyorlardı.
kalplerini çaldıklarını sanıyorlar fakat tamamiyle bir aldanma hali içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.


çoğu zaman da derler ya " mana bulma, bulursan başına gelir" diye.
fakat ben hiçbir zaman mükemmeli oynamadım ki,


fakat dünya dönüyordu işte.
hah!
ama bazen de aslında
 "biraz sığ ve cahil biri olmak daha iyi be"
diye geçiriyorum aklımdan.
çünkü cahiller gece yatağa yattıklarında daha iyi uyuyorlar,
hatta kafalarını yastığa koyar koymaz uyuyorlar.
çünkü nedene niçine nasıla ihtiyaç yok.
sormak istemiyorlar , merak bile etmiyorlar.

"Ignorance is bliss! "




   



22 Eylül 2012 Cumartesi

tutku oyunları




kimi adamlar tutkudan ibarettir,
kimileri tutkuyu ateşler, 
kiminde de bundan eser yoktur. 

"ben senin aşığınım,
ben neysem oyum,
sana aşık olan adam,
tutkuyla ateşle bağlı olan..
başka bir seçeneğim yok" diyorum
ve işte tam karşında duruyorum.

"hayır "diyor kadın,
"duymak istemiyorum.
çünkü ben seni rüyalarımda aldattım.."

ve sonra her şey çok kötüye gitmeye başlıyor,
gittikçe boka sarıyor.
çünkü bir an bir yerde koptu o görünmez organik bağ,
daha ne kadar böyle sürecek diye yalvarırcasına bakınırken ?
sonra her şey bitti.
ikisi de defolup gitti kendi yoluna.


18 Eylül 2012 Salı

bugün pazartesi



jim'in ruhuna bir kadeh viski kaldırdım
bir tutam sigara dumanı üfledim boşluğa.
bir bir odaları dolaştım
iki yumurta kırıp menemen yaptım
bulaşıkları yıkayıp kaldırdım
televizyonu hiç açmadım


geldi bir sinek ısırdı utanmadan kolumdan


sonra derken bilgisayar ekranında avuç içi ile 
öldürülür sinek.
sinek adı üstünde sinek olduğundan mütevellit
ölmeye layıktır er ya da geç.
hani doğuştan kaybeden ya, adı üstünde "sinek" 

fakat bıraktığı yerde bir kaşıntı
bir kırmızılık..

insanlar da bazen böyle alerji yapar,
kaşındırırlar sizi yakınlarda bulundukları an,
onları görmezden gelirsiniz
fakat ucube ses tonları ve muhabbetleri
size iğrenç bir vızıltı gibi gelir.
engel olamazsınız onları duvara çat diye yapıştırıp ezmemek için,
kendinize.

ve sonra bir sigara daha yakarsınız,
bakarsınız ki birini öldürmek o kadar da kolay değil.
birinin gözleri gözlerinize takılı kalmışken onun ruhunu, canını verişini, teslim edişini görmek ve şahit olmak..
hayır,
not like that..

en iyisi yatmadan önce son bir parça daha,
sonra bir nefes daha,
ve gelmeyecek olan uyku.

gingers don't have souls?!



 

17 Eylül 2012 Pazartesi

alex'in maceraları



alex'in maceraları başlıyor...

cebinden bir dal lucky çıkarıp, üzerinde ağzında yılan tutan bir kartal kabartması olan zipposuyla yaktı. köşeyi dönerken, sırtındaki siyah uzun deri pardesüyle bütün ihtişamı ve karizması yerindeydi. parlak yeşil gözleri siyah john lennon gözlüğünün arkasında keskin zekasını saklayamayacak halde kendini belli ediyordu. uzun boyu ve yapılı vücuduyla tavlayamayacağı hatun yok gibiydi Alex'in. üstelik dış görünüşünden daha fazla şeye sahipti bunun için. örneğin kurnaz bir adet beyin, cesur bir yürek ve ölümsüz ve kendi savaşına adanmış bir yaşam...

ceketinin eteklerini savurarak köşeyi döndüğünde artık yaşadığı şehirde hiçbir şey eskisi gibi değildi. her an her saat kesif ve uğursuz bir karanlık şehrin üstünde ceset kokusu gibi yapışıp kalmıştı. insanlar, ki zaten normal insanlar bir avuçtular, nadiren dışarı çıkıyor ve hızlıca işlerini halledip evlerine kaçarcasına giderek saklanıyorlardı. gerçekten de dünya değişmişti. belki de 3. dünya savaşından sonra her şey kopma noktasına gelmişti. belki de o korkunç kimyasal deneyler ve silahlanmalar hiç başlatılmamalıydı. ama sebep her ne ise artık çok çok çok geçti...

kahramanımıza gelince, en başta dediğimiz gibi bireysel savaşını kazanmak için kendini sürekli geliştiriyor ve uygun anı kolluyordu. onun amacı geride kalan bir avuç boktan insanı kurtarmak değil sadece geçmişteki bir yaraya sebep olan kişi ve kişilerden intikam almaktı. onların kafalarını gövdelerinden ayırmadan huzur bulmayacaktı ruhu. 

bir an düşüncelerinden sıyrılıp, kısacık siyah saçları olan kadını üzerinden attı. yatağın en kenarına sığınırcasına yuvarladı kendi bedenini. kadının parfümü midesini bulandırmıştı. onunla az önce seviştiğine inanamıyordu. şimdi onun ince, neredeyse birer çizgi oluşturan incecik dudakları çok itici geliyordu:
"git artık"
derken, gerçekten de gözleri kimseyi görecek durumda değildi. kısa saçlı kadın kabullenmiş ve sessiz bir şekilde odadan çıktı.

artık kimseyi sevemiyordu. yüreğine, beynine ve ruhuna açılan o yaradan sonra artık gözü hiçbir kadını görmüyor, elleri hissetmiyor burnu kokularını güzel bulmuyordu. aşk ve her şey, hayat ve mutluluk her şey ama her şey "o"nunla birlikte yitip gitmişti. ölmüştü. aşk ölmüştü. kalbi ölüydü ve soğuktu. cesurluğuna rağmen acımasızlığı artmıştı. bütün gücünü ve dayanıklılığını, verdiği yemin ve alacağı intikam üzerine yoğunlaştırmıştı.
sanki bir makine haline gelmişti.
...




  

13 Eylül 2012 Perşembe

home sweet home!



bir şeyleri başarıyorum galiba..
yavaş yavaş.

13 eylül,
benim için bugün bir dönüm noktası.
gerçekten de tam manasıyla zincirlerimi kırmaya başladığım 
bir mihenk taşı.

hep şansızlığımdan dem vuruyordum son zamanlarda,
çünkü gerçekten de üst üste pek çok olumsuz şey geldi başıma.
"bahtsız bedevi" sendromuna yakalandım sanıyordum.
Tanrı'yla bir küsüp bir barışıyordum,
bir gün umutluysam ertesi gün umutsuz,
gündüz depresifsem gece neşeli,
bipolar bozukluk için yaratılmış,
içi geçmiş, özünü kaybetmiş bir lityum hapıydım sanki.
kimseye de faydam dokunmuyordu...
üstelik.

sonra ;
ben de dedim ki kendime;
"vazgeçmiyorum, gerekirse risk de alıyorum. ama olacak, olacak, olacak..."

sonra bir anda bakıyorsunuz ki, artık mucize mi, karma mı, kabala mı her ne ise, isteğiniz, dileğiniz avuçlarınıza düşüveriyor..

gerçekten de ummadığım bir anda oldu,
iyi de oldu, güzel de oldu.

kısacası bu kadar tırıvırı ettim ama belki bu; "İstanbul için küçük benim için büyük adım" o kadar da önem teşkil etmiyor hayat ve dünya üzerinde.

işte bugün itibariyle artık benim de bir evim var .

kendim gibi öğrenci tayfasından bir arkadaşla paylaştığımız minik evimiz.

mutluyum, öyle mutluyum ki henüz sindiremiyorum bunu.

fakat cem yılmaz'ın filmindeki gibi;

"her şey çok güzel olacak"



7 Eylül 2012 Cuma

ya yeniden doğamazsak?



bir maceraya attım kendimi,
ne idüğü belirsiz,
sonuçları belirsiz,
oluşları bitişleri belirsiz,
biri de demişti ki "köprülerini yıktın attın yani?.."

kaç zaman sonra farkettim ki,
içtiğim sigara yakıyor boğazımı.
balgamlar yuvarlanıyor bir aşağı bir yukarı.
yutkunursun ya hani heyecanlandığın an,
terlersin falan..
burnumu çeke çeke kabullendim ben bunu.
çaresizliğimi  kabul ettim işte.


her yerde darbeler vardı,
kansız 
fakat toz ve duman ve sis ve samandan oluşan 
saçan savuran yıkan harbeden isyanlar vardı.


sonra bir avuç insan kalmıştık dünyada..
meçhul terkedişler sonrası.
post-apocalypse.

peki umrumda mıydı?
hah hiç sanmam..
kağıtları buruşturup atarken çöp kovasına
kıçımla gülüyordum
dünyanın endamına.

ve sonra bir şey oldu,
herkes defolup gitti deliklerine ve yuvalarına.
kimliksiz ve korkak bir şekilde.

hani biz kalmıştık ya bir avuç;
biz de cayır cayır yandık sonunda,
radyoaktif aşklara maruz kalınca.
...






27 Mayıs 2012 Pazar

a gothic romance, farewell, eroticism or whatever.

White on white translucent black capes
Back on the rack
Bela Lugosi's dead.



 hiç gitmek gelmiyor içimden biliyorsun değil mi?
bakma bana öyle dolmak üzere olan gözlerle
kısa süre sonra döneceğimi ikimiz de biliyoruz zaten.

senle ben zaman bükücü değil miyiz ya hani?
hani vakit çok çok farklı akıyor ya olduğundan,
birlikteyken..


 The bats have left the bell tower
The victims have been bled
Red velvet lines the black box
Bela Lugosi's dead
  

 
gözlerin birer kıymetli yeşil taş 



 Undead undead undead.


dışarıda yağmur yağıyor



 The virginal brides file past his tomb
Strewn with time's dead flowers
Bereft in deathly bloom
Alone in a darkened room
The count
Bela Lugosi's dead.



sivri sivri kulelerde bekliyorum
gelip beni kurtarman için
kirpiklerimden kumlar savruluyor
deniz kokusuyla..


  Undead undead undead!!!


gözlerimi kapatıyorum bir süreliğine
her şey yeşile dönüşüyor
yeşil taşlar yeşil yılanlar su yılanları nehirler kurbağalar
kabarıp patlıyorum zerrelerce saçılıyorum ortalığa
yüzüne bulaşıyorum
içiyorsun sen de beni
kokluyorsun
"gözlerindeki ifadeyi seviyorum" diyorsun

kızıl birer kadeh yansıması olup gölgelerde oynaşıyoruz
gecenin içinde kahkahalarımız dans ediyor


 bela'nın sonsuzluğa karıştığını fark ediyoruz.



16 Mayıs 2012 Çarşamba

gece "saçmalağı"



uzuvların vardı,
her biri temiz bir beyazlıkta,
sonra boynun,
ellerin,
kulakların,
burnunun ucundan öpmeyi seviyordum.
sana şarkılar söylüyordum
olur olmadık her yerde.
yanaklarını ısırıyordum delice,
gözlerine bakıp kalıyordum.

sonra bir şey oldu bir gün;
açımlanamayan bir şey.
her şey toz bulutu halinde savruldu dört yana.
gözlerinin yerinde anlamsız nehirler doldu taştı.
bedenin sanki bir rüya alemindenmişcesine
bulanık ve belirsizdi.
hafif ürpertilerle dalgalanıyor gibiydi.

sonradan anlamıştım bir şeyleri.
bir şeylerin yerinde olmadığını;
olması gereken yerde...   

arkama dönüp baktım,
gitmek kolaydı ama dönmek bazen hiç olmaz.
imkansızdır.
namünasiptir.

olan olmuş biten bitmişti.
silahlarımı doldurdum,
ama arkadaşlarım yoktu.
ve evet kaybetmek ve rol yapmak eğlencelidir.

usanmıştım,
avuçlarımın arasından kayıp gidiyordun.
gözlerin artık beni görmüyordu.
toz olmuştum,
is olmuştum,
organik madde olup toprağa karışmıştım,
üzerime asit yağıyordu
ama sen bilmiyordun.

bilmiyordun yok oluşumu.

çünkü şair'in de dediği gibi:

"sen olmadığın vakit ben de olmuyorum..." 
  



13 Mayıs 2012 Pazar

julie london sevilmez mi ?







pazar sabahı
güneş gözlerinden yansıyor
uykulu bir yüz
bana gülümseyen

pazar sabahı
hiçbir şey yapmamak için bolca zaman
seninle geçirmek için bolca zaman
pazar sabahında

sokaklar çok sessiz 
yürüyüp giden ayakların sesini duyabiliyoruz
ben kahveyi hazırlıyorum
bir - iki fincan içeriz diye
ve diğer insanların yaptığını yapıyoruz
bu pazar sabahında

pazar gününü seviyorum,pazar sabahlarını...

hadi gelip beni kollarına al
seni seviyorum
her şey yolunda
bu pazar sabahında 
her şey 
yolunda... 


 *Julie London, Amerikalı oyuncu ve Jazz şarkıcısıdır.
50li ve 60lı yıllarda ünlenmiştir. Nefis sesi ve şarkıları dışında aynı zamanda pin-up kızıydı.