5 Mayıs 2013 Pazar

Tanrı'nın gizemli yöntemleri vardır..





William Cowper (1731–1800)

God Moves in Mysterious Ways

God moves in a mysterious way,
His wonders to perform;
He plants his footsteps in the sea,
And rides upon the storm.

Deep in unfathomable mines
Of never failing skill,
He treasures up his bright designs,
And works his sovereign will.

Ye fearful saints, fresh courage take,
The clouds ye so much dread
are big with mercy, and shall break
In blessings on your head.

Judge not the Lord by feeble sense,
But trust him for his grace;
Behind a frowning providence,
He hides a smiling face.

His purposes will ripen fast,
Unfolding every hour;
The bud may have a bitter taste,
But sweet will be the flower.

Blind unbelief is sure to err,
And scan his work in vain;
God is his own interpreter,
And he will make it plain.

William Cowper was a British poet and hymnist. He struggled throughout his life with depression, doubts, and fears.






28 Mart 2013 Perşembe

siyaha boya her şeyi!

 Sözlerde bize ne anlatıyor Mick Jagger?

"I see a red door and I want it painted black
No colors anymore I want them to turn black
I see the girls walk by dressed in their summer clothes
I have to turn my head until my darkness goes"

Kırmızı bir kapı görüyorum ve siyaha boyalı istiyorum onu. Hiçbir renk yok artık hepsi siyaha dönsün istiyorum. Yazlık elbiseleri içinde yürüyen kızlar görüyorum
Karanlığım kaybolana kadar kafamı çeviriyorum.

  
 "I see a line of cars and they're all painted black
With flowers and my love both never to come back
I see people turn their heads and quickly look away
Like a new born baby it just happens every day"

Bir dizi araba görüyorum ve hepsi siyah renkte.
Çiçeklerle birlikte aşkım, asla geri dönmeyecekler.
Görüyorum; insanlar kafalarını çevirip hızla başka yöne bakıyor
yeni doğmuş bir bebek gibi her gün böyle oluyor.


 "I look inside myself and see my heart is black
I see my red door and must have it painted black
Maybe then I'll fade away and not have to face the facts
It's not easy facin' up when your whole world is black"

İçime dönüp baktığımda görüyorum ki kalbim de kararmış.
Kırmızı kapımı görüyorum ve onu siyaha boyamalıyım.
Belki ozaman yok olup giderim ve gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmam.
Tüm dünyan kapkarayken 'yüzleşmek' kolay değil.


 "No more will my green sea go turn a deeper blue
I could not foresee this thing happening to you
If I look hard enough into the settin' sun
My love will laugh with me before the mornin' comes"

Artık yeşil denizim daha koyu bir maviye dönüşmeyecek
Bunun sana olup olamayacağını önceden tahmin edemem
Eğer batan güneşe yeterince bakarsam 
sabah olmadan aşkım benimle birlikte gülecek

"I wanna see it painted, painted black
Black as night, black as coal
I wanna see the sun blotted out from the sky
I wanna see it painted, painted, painted, painted black
Yeah!

Hmm, hmm, hmm,..."

Boyanmasını , siyaha boyanmasını istiyorum
Gece kadar, kömür kadar siyah
Güneşin gök yüzünden siktirolup gittiğini görmek istiyorum
siyaha, siyaha, siyaha, siyaha boyalı görmek istiyorum her şeyi !
hmm hmm hmm.

ve şarkıda en sevdiğim kısım bu son bölüm.. 

ben de gökteki güneş gibi gideyim şimdi
:)


  

19 Mart 2013 Salı

hayat bi muamma, hele gece yarılarında



 sylvia plath ım belki de ben,
 yaratıcılığını yitirdiği için intiharı seçen
 ve katletmeyen çocuklarını kendiyle birlikte.
 bunalımdan çıkamayan bir türlü her geçen gün.

 bense ıslanmış, ucu buruşmuş yara bandımla,
 soğuk mutfağımın bir köşesinde ayakta
 ölümüne içime çekerken sigaramın zehrini,
 o kelimedeki "i" sesli harfi gibi düştü gitti
 gözümün önünden en genç ve körpe yıllarım.

 ne kadar uçarsan havalarda
 o kadar yerin dibine çakılırsın jet hızıyla,
 ne kadar çok uzaklaşırsan evinden,
 o kadar çok gerisin geri yürümek zorunda   kalırsın debelene debelene..
  
 
 nefret beni içine alıp sarmalamaya çalıştı
 evet bu kelime öldürür insanı
 aç kapıyı da gireyim içine
 saklanacak hiç yerim yok
 hadi şov başlasın.
 bu duygu beni aşağılıyor,
 daha da diplere
 dibe dibe dibe durmadan...
 gidiyorum
 akıyorum,
 ve sonunda
 sanırım çakıldım kaldım!
 TAK!  

14 Aralık 2012 Cuma

bir tutam King.



On dokuz yaşında olma bir bencillik dönemidir ve kişi o yaştayken her şey kendi çevresine dönüyormuş gibi hisseder. Oysa benim o dönemimde ulaşamayacağım birçok şey vardı ve onlara değer veriyorum. Bir daktilo makinesi edinmiştim ve makineyi her pislik çukuru evimden ötekine taşıyıp duruyordum. Her dakika ağzımda bir sigara ve cebimde bir sigara paketiyle yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Orta yaşlarda verilecek ödünler uzaklardaydı ve yaşlılık döneminde işitilecek hakaretler ufukların ötesindeydi. Bob Seger'in bir şarkısında dillendirdiği gibi ben bunları kamyon satarken kullanıyordum. O yaşımda kendimi sınırsız güçlü ve iyimserlikle dolu buluyordum. Ceplerim boştu ama kafam ve kalbim söylemek istediğim, anlatmayı dilediğim öykülerle dopdoluydu. Bunlar size şu anda basmakalıp sözler gibi gelebilir, ama o sıralarda kendimi görkemli biriymiş gibi hissediyordum. Soğukkanlıydım. Her şeyden çok okurumun savunma sınırlarının içine girmek, o sınırları parçalayıp ırzına geçmek; okurlarımı sonsuza dek başka hiçbir şeyle değil, ama öykülerimle etkileyip değiştirmek istiyordum. Bunları yapabileceğimi ve daha önce de yapmış olduğumu duyumsuyordum. 

Stephen King-Kara kule I ( Silahşor)
"sunuş"tan alıntı.  




13 Aralık 2012 Perşembe

kırmızı pabuçlar


"The organ played and the children’s voices in the choir sounded soft and lovely. The bright warm sunshine streamed through the window into the pew where Karen sat, and her heart became so filled with it, so filled with peace and joy, that it broke. Her soul flew on the sunbeams to Heaven, and no one was there who asked after the Red Shoes."




Hans Christian Andersen'in başlıkta adı geçen masalından alıntıdır.

28 Kasım 2012 Çarşamba

yeşil çim



bir adam vardı..

düşündükçe sigara üstüne sigara yakmamak için zor duruyorum, şakaklarımı ovuşturarak gergince. sinirli sinirli. 
istediği hiçbir şey kendi arzu ettiği ölçüde ve biçimde ortaya dökülmemişti, ağzından o şekilde çıkmamıştı hiç. içinde patlamalar yaşanıyordu, depremler oluyordu ama kimsenin bunlardan haberi yoktu. çünkü anlatmıyordu. anlaşılıp anlaşılmama korkusu değildi derdi. umursamıyordu onları sadece. o kadar. hayır bariz bir nefreti de yoktu bariz bir şeye. ama hoşlanmıyordu işte.
uzun dalgalı saçlarını giydiği siyah tişörtlerin ensesine atarak, deri ceketini sırtına geçirir, gecenin samimi ve sıcak fahişeliğine sığınarak, en az bilindik en köhne barlara giderdi. kafayı çekmeye değil, kafayı toparlamaya. kendini bulmaya... farkındalığa ve keşfetmeye..
yanına kadınlar gidip gelirdi. hiç birine pas vermezdi. onlar da aslında durum tam aksiymiş gibi, en ufak mimiği yüz verme sanarak, yılışık hareketlerle ona asılırlar, zar atarlardı.
eğile eğile konuşmalar, ağız yaymalar, argo laflar...
o ise..
kendi yarattığı yas dolu evreninde, griye dahi yer vermeyerek, en ciddi haliyle matemini tutmaya devam eder, halinden hiç taviz vermezdi. 
geceleri saatlerce düşünmüştü duvarları seyrederek, gündüzleri dakikalarca kum saatini sürekli alt üst yaparak...
odasının duvarında yaşlı bir adam portresi vardı, kara kalemle çizdiği. bu "benim " derdi..

"bu kahrolası adam hayatı boyunca savaştı,
kazanamayacağı bu mücadelede,
o hep aynı kaldı.
artık yorulmuş bir savaşçı,
bıkmış,
artık umursamamaya karar vermiş bu yaşlı adam,
pişmanlık içinde ölmeye hazırlanıyor.
o yaşlı adam benim."

onu düşünürken hala gözlerim doluyor, ellerim titriyor. 
ama onu geri getiremiyorum, çünkü ulaşamayacağım bir yerlere gitti. farklı boyutlarda dolaşıyor sürekli. yardım etmemi de istemiyor. onun için bir çift güzel gözden başka bir şey değilmişim gibi davranıyor bana. 

ellerini tutardım ben de. hep buz gibi olurlardı. gözlerini yakalamaya çalışırdım. ama onlar sanki az sonra fırtına koparacak bir gökyüzü edasıyla grileşerek,  kurşunların kılığına bürünürdü, onların ağırlığı altında ezilirdim. ruhum mengene içinde kıskıvrak gibi hissederdim. 
sonra gitti işte. engel olamadım. özlemiyor muyum hiç ? -hem de ölesiye. ama insan ölmeden de ölmek zorunda kalıyor ya çoğu zaman ya da birtakım uzuvlarını öldürmek zorunda kalıyor, yüreğini falan mesela...

onunla ilgili en son anımı anlatayım size:

barda her zamanki gibi başı öne eğik, buzdan parmaklarla viski bardağını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. kapıdan içeri girdiğimi görmedi. zaten hiç fark etmezdi kadınları. gözleri görmek için değil, gerçekliğin ötesindeki esas gerçeği görmek uğruna bu yolda yanıp tutuşmak içindi. 
onun için görsellik değil, bütün bunların arkasında yatan tek doğru ona göre ne ise oydu. 
yanına bile oturamadım. onu sırtından gören bir masaya oturup izlemeye başladım. her zamanki kadınlar gelip geçiyordu yanından. her zamanki monolog yaşanıyordu. sanki dilini yutmuş genç ve serseri bir çobandı, sanki kimseye zararı dokunmayan köyün delisiydi.
fakat öyle heybetli ve yakışıklı bir deliydi ki.. her neyse göz yaşlarım kağıdı ıslatıp yırtacak birazdan o yüzden kısaca devam edeyim.

bar köhne ve eski kafaydı ve müzik, plaklardan tütüyordu bir duman gibi.
karakteristik sese sahip bir adam, içli bir şarkı söylüyordu. yitip giden aşkından, yeşil çimlerden, yel değirmenlerinden, gökyüzünden ve tanrıdan bahsediyordu. ne kadar da melankolik sözlerle dışa vuruyordu acısını. oysa ki çimler güzeldir, neşelidir. bizi mutlu etmelidir, ki sarışın güneş de...

bourbona batırılmış ve tütsülenmiş ses, şarkısına devam ediyordu. o ise hiç kıpırdamıyordu. şarkıyla bir potada erimiş gibi sanki nefes dahi almıyordu. sadece önüne bakıyordu artık. tam ayaklarının üstüne.

şarkı sonlara yaklaşmıştı:

asla benden kurtulamayacaksın.
O; Tanrı, benden bir ağaç yaratacak.
bana elveda demeye hakkın yok.
gitmeden önce son bir kez tarif et bana gökyüzünü.

ve eskiden bir kalbim vardı.
şimdi onun boşluğunun olduğu yere koy kafanı usulca.
çimlerle bir ol, seviş.
ve bir zamanlar beni sevdiğini hatırla.

plak durmuştu. duvar saati tik taklarını kesmişti. bar kadınlarının gözleri yere dikili utanç ve keder içinde kaskatıydılar. sinek bile utancından uçmuyordu.

tak diye bir ses geldi. etle kaplı bir kemiğin tahta masaya çarpıp çıkardığı ses. 
masanın üstüne yığılıp kalmıştı. nefesimi almıştım ama geri veremiyordum. yanına gidemedim. bunu yapamadım. son bir kez dahi bakamadım. sonradan anlatanlardan duydum.
kara saçları artık ölü olan başının üstünde kara solucanlar gibi kıvrılıp sarkmış, burnundan ve ağzından yayılan kanlar sessiz ve usul akan bir ırmak oluşturarak yerde sinsi bir birikinti oluşturmuşlardı.

bir an sonra her şey eski haline döndü. saat çalışmaya başladı. sinek uçmaya.

bense artık ölüydüm.






24 Kasım 2012 Cumartesi

bir tutam bukowski




Melancholia
Charles Bukowski  

the history of melancholia
includes all of us.
me, I writhe in dirty sheets
while staring at blue walls
and nothing. 
I have gotten so used to melancholia
that 
I greet it like an old friend. 

I will now do 15 minutes of grieving
for the lost redhead,
I tell the gods. 
I do it and feel quite bad
quite sad,
then I rise
CLEANSED
even though nothing 
is solved. 
that's what I get for kicking 
religion in the ass. 
I should have kicked the redhead
in the ass
where her brains and her bread and
butter are
at ... 
but, no, I've felt sad
about everything:
the lost redhead was just another
smash in a lifelong
loss ... 
I listen to drums on the radio now
and grin.
there is something wrong with me
besides
melancholia.

çevirmek gerekirse:

melankoli tarihi
hepimizi kapsar.
ben, kirli çarşaflar içerisinde 
acıdan kıvranırım
mavi duvarlara ve hiçbir şeye 
bakakalırken.
melankoliye öyle alıştım ki
eski bir arkadaş gibi selamlıyorum onu.
şimdi 15 dakikalık bir yas tutacağım
tanrılara anlattığım
o kaybettiğim kızıl için.
bunu yapıyorum ve oldukça kötü
oldukça üzgün hissediyorum.
ve sonra ayağa kalkıyorum
ARINMIŞ OLARAK 
hiçbir şeyin çözülmemiş olmasına rağmen.
bu , 
dinin kıçına tekme savurmakla elde ettiğim şey.
o kızılın da kıçına bir tekme savurmalıydım.
beyninin, ekmek teknesinin olduğu yere...
fakat, hayır, üzgün hissettim 
her şey için:
kaybettiğim kızıl 
ömür boyu süren bir yenilgide
mahvoluşlardan biriydi sadece.

şimdi radyoda çalan bateriyi dinliyor 
ve sırıtıyorum.
bende bir sorun var
melankoliden 
başka.