28 Kasım 2012 Çarşamba

yeşil çim



bir adam vardı..

düşündükçe sigara üstüne sigara yakmamak için zor duruyorum, şakaklarımı ovuşturarak gergince. sinirli sinirli. 
istediği hiçbir şey kendi arzu ettiği ölçüde ve biçimde ortaya dökülmemişti, ağzından o şekilde çıkmamıştı hiç. içinde patlamalar yaşanıyordu, depremler oluyordu ama kimsenin bunlardan haberi yoktu. çünkü anlatmıyordu. anlaşılıp anlaşılmama korkusu değildi derdi. umursamıyordu onları sadece. o kadar. hayır bariz bir nefreti de yoktu bariz bir şeye. ama hoşlanmıyordu işte.
uzun dalgalı saçlarını giydiği siyah tişörtlerin ensesine atarak, deri ceketini sırtına geçirir, gecenin samimi ve sıcak fahişeliğine sığınarak, en az bilindik en köhne barlara giderdi. kafayı çekmeye değil, kafayı toparlamaya. kendini bulmaya... farkındalığa ve keşfetmeye..
yanına kadınlar gidip gelirdi. hiç birine pas vermezdi. onlar da aslında durum tam aksiymiş gibi, en ufak mimiği yüz verme sanarak, yılışık hareketlerle ona asılırlar, zar atarlardı.
eğile eğile konuşmalar, ağız yaymalar, argo laflar...
o ise..
kendi yarattığı yas dolu evreninde, griye dahi yer vermeyerek, en ciddi haliyle matemini tutmaya devam eder, halinden hiç taviz vermezdi. 
geceleri saatlerce düşünmüştü duvarları seyrederek, gündüzleri dakikalarca kum saatini sürekli alt üst yaparak...
odasının duvarında yaşlı bir adam portresi vardı, kara kalemle çizdiği. bu "benim " derdi..

"bu kahrolası adam hayatı boyunca savaştı,
kazanamayacağı bu mücadelede,
o hep aynı kaldı.
artık yorulmuş bir savaşçı,
bıkmış,
artık umursamamaya karar vermiş bu yaşlı adam,
pişmanlık içinde ölmeye hazırlanıyor.
o yaşlı adam benim."

onu düşünürken hala gözlerim doluyor, ellerim titriyor. 
ama onu geri getiremiyorum, çünkü ulaşamayacağım bir yerlere gitti. farklı boyutlarda dolaşıyor sürekli. yardım etmemi de istemiyor. onun için bir çift güzel gözden başka bir şey değilmişim gibi davranıyor bana. 

ellerini tutardım ben de. hep buz gibi olurlardı. gözlerini yakalamaya çalışırdım. ama onlar sanki az sonra fırtına koparacak bir gökyüzü edasıyla grileşerek,  kurşunların kılığına bürünürdü, onların ağırlığı altında ezilirdim. ruhum mengene içinde kıskıvrak gibi hissederdim. 
sonra gitti işte. engel olamadım. özlemiyor muyum hiç ? -hem de ölesiye. ama insan ölmeden de ölmek zorunda kalıyor ya çoğu zaman ya da birtakım uzuvlarını öldürmek zorunda kalıyor, yüreğini falan mesela...

onunla ilgili en son anımı anlatayım size:

barda her zamanki gibi başı öne eğik, buzdan parmaklarla viski bardağını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. kapıdan içeri girdiğimi görmedi. zaten hiç fark etmezdi kadınları. gözleri görmek için değil, gerçekliğin ötesindeki esas gerçeği görmek uğruna bu yolda yanıp tutuşmak içindi. 
onun için görsellik değil, bütün bunların arkasında yatan tek doğru ona göre ne ise oydu. 
yanına bile oturamadım. onu sırtından gören bir masaya oturup izlemeye başladım. her zamanki kadınlar gelip geçiyordu yanından. her zamanki monolog yaşanıyordu. sanki dilini yutmuş genç ve serseri bir çobandı, sanki kimseye zararı dokunmayan köyün delisiydi.
fakat öyle heybetli ve yakışıklı bir deliydi ki.. her neyse göz yaşlarım kağıdı ıslatıp yırtacak birazdan o yüzden kısaca devam edeyim.

bar köhne ve eski kafaydı ve müzik, plaklardan tütüyordu bir duman gibi.
karakteristik sese sahip bir adam, içli bir şarkı söylüyordu. yitip giden aşkından, yeşil çimlerden, yel değirmenlerinden, gökyüzünden ve tanrıdan bahsediyordu. ne kadar da melankolik sözlerle dışa vuruyordu acısını. oysa ki çimler güzeldir, neşelidir. bizi mutlu etmelidir, ki sarışın güneş de...

bourbona batırılmış ve tütsülenmiş ses, şarkısına devam ediyordu. o ise hiç kıpırdamıyordu. şarkıyla bir potada erimiş gibi sanki nefes dahi almıyordu. sadece önüne bakıyordu artık. tam ayaklarının üstüne.

şarkı sonlara yaklaşmıştı:

asla benden kurtulamayacaksın.
O; Tanrı, benden bir ağaç yaratacak.
bana elveda demeye hakkın yok.
gitmeden önce son bir kez tarif et bana gökyüzünü.

ve eskiden bir kalbim vardı.
şimdi onun boşluğunun olduğu yere koy kafanı usulca.
çimlerle bir ol, seviş.
ve bir zamanlar beni sevdiğini hatırla.

plak durmuştu. duvar saati tik taklarını kesmişti. bar kadınlarının gözleri yere dikili utanç ve keder içinde kaskatıydılar. sinek bile utancından uçmuyordu.

tak diye bir ses geldi. etle kaplı bir kemiğin tahta masaya çarpıp çıkardığı ses. 
masanın üstüne yığılıp kalmıştı. nefesimi almıştım ama geri veremiyordum. yanına gidemedim. bunu yapamadım. son bir kez dahi bakamadım. sonradan anlatanlardan duydum.
kara saçları artık ölü olan başının üstünde kara solucanlar gibi kıvrılıp sarkmış, burnundan ve ağzından yayılan kanlar sessiz ve usul akan bir ırmak oluşturarak yerde sinsi bir birikinti oluşturmuşlardı.

bir an sonra her şey eski haline döndü. saat çalışmaya başladı. sinek uçmaya.

bense artık ölüydüm.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder