30 Ekim 2012 Salı

kasım başlarken

otobüste eve önerken güneş batmak üzere. tatlı anılara dalıyorum. içinde sen varsın. natürlich. gülümsüyorum pencere kenarından bakarken dış dünyaya. o  sırada gözümün takılı olduğu insanlar varsa şayet, yanlış anlıyorlar, onlar da bana cevaben dik dik bakıyor. umrumda değil. sırıtmaya devam ediyorum ufuktan. gözlerimi kaçırmam için bir gerekçe yok.

ikinci buluşmamızdı. beyaz, artık paslanmaya başlamış demir korkuluklara yaslanarak denizi seyrediyorduk. kenarlarda su sığdı. dibindeki kumlar ve pislikler görünüyordu net şekilde ve hatta suda denizanaları vardı. en çok hatırladığım ayrıntı bu hayvancıklar ve sımsıcak bir güneş. heyecan ve utançtan sımsıkı tutuyordum çantamın sapını.. bakışlarım sığ sulardaydı. yanıma yaklaşıyordun. sarılmak istiyordun. belimi kavramıştın. geri çektim kendimi. henüz erkendi. aslında sadece birkaç saniyeliğine ya da saatliğine erkendi. gözümü takılı olduğu sudan çevirip sana yönelttim. 

ve az daha sonra artık sevgiliydik. . . 


27 Ekim 2012 Cumartesi

bloodstained doors



geçen geceki rüyamı anlatayım ozaman:

insanlar var..kimisiyle konuşuyorum kimisiyle dargınım, küsüm. bir yerde toplaşmışız. sonra balkondan sarkıp aşağıya bakıyoruz. çünkü gökten minik bir araç düşmüş. içinde de bir adam.. Back to the future'daki Marty. sonra bir gurup adam, yani 5 kişi falan bizim için geliyor, zarar vermeye galiba. korkuyoruz ve kapıyı kapatıyoruz. ben o an nedense üst baş ne giysem telaşındayım. hatta pandalı pijamamı geçiriyorum ayağıma falan sonra birden insanlar yok oluyor. tek başımayım artık. elimde bir tabanca var. altın kaplama. silahın kabzasını çevirdiğimde sprey oluyormuş. göz yaşartıcı spreylerden. bir anda kendimi bir hastanenin koridorlarında ilerlerken buluyorum ve geçtiğim yerdeki adamlara bu spreyi sıkıyorum koşarak yanlarından geçerken. onları yavaşlatıyorum en azından çünkü tabancamda mermi yok. ve üzerinde 75 mermi alabileceğini söyleyen bir gösterge var. sonra hızlanarak merdivenlerden aşağı iniyorum. yaklaşık 4 kat. kalorifer boruları görüyorum. sağ ve solda tabela var. birinde cani odası diyor birinde psikoloji ile ilgili şimdi hatırlayamadığım bir kelime yazıyor. korkuyorum. sonuçta mermim yok. "yukarı çıkayım, yangın merdiveninden aşağı inerek çıkışa varırım" diye düşünüyorum kendi kendime. küçük bir odanın önündeyim. kapıda yarı boyda beyaz bir kağıt, üzerinde mavi tükenmezle yazılar var. hatta bazı yazılar kırmızı tükenmezle daire içine alınmış. hastaneye geldiğimden beri ben artık erkekmişim. odada annem kalıyormuş. kağıtta onunla ilgili bilgiler varmış. depresyon, bunalım ve alienleşme gibi kelimeleri çok iyi hatırlıyorum. o sırada bir kadın doktor geliyor ve bir şeyler söylüyor. umursamıyorum. sağ tarafa baktığımda, krem rengi çift kapı var. tam da hastanelere özgü bir krem rengi... kan içinde. sıçramış kan damlalarıyla dolu. sanki o kapının önünde birinin beyni havaya uçurulmuş gibi.
...

23 Ekim 2012 Salı

Fairy Tales




Yumuşak başlı çocuk pek sevdiği büyükannesinin ( o olduğunu sanıyordu) yanında, arkasına yaslanmıştı. Fakat aniden, "Büyükanne!"  diye bağırdı Kırmızı Şapkalı Kız,
"Ne de uzun kolların var!"
öteki cevapladı, "Sana daha iyi sarılabilmek için, küçüğüm." 
"Fakat, büyükanne, Kulakların da kocaman!"
"Seni daha iyi duyabilmek için." sesi durgundu.
Fakat zavallı küçük kız korkmuştu. (ince bir sesle)
"Büyükanne, çok büyük gözlerin var."
"Seni daha iyi görebilmek için, sanırım." 
"Dişlerin ne kadar da iri!" ve kötü kurt bağırdı,
" Şimdi seni yiyip bitirmek için!"






22 Ekim 2012 Pazartesi

yabancı

bir felsefe hocamız vardı
simsiyah giysiler içinde zayıfça
jack skellington a benzetirdim onu
ama bir jack değildi
lise zamanları...

bir kız,
kalın, henüz aldırmaya başlamadığı kaşları altında
laciverte çalan mavi gözleri.

sokakta çalan bir akordeon tınısı,
yere düşen bozuk paraların sesi.
beklenti dolu bekleyiş dolu
ses tonlamaları..

otobüse vapura metroya 
şuraya buraya,
her seferinde yetişmeye çalışan insanlar
bir yerlere...

sonra hiç bir ayağın basmadığı bir sokak
çıkmaz sokak
bulanıklaşan dalgalanan görüntü
belirsizlik
şeffaf yarı saydam sonra opak
bir kapı belirdi ortaya
acaba içinden geçmeli mi geçmemeli mi ?


sinek vızıltıları,
leş gibi yosun ve deniz canlıları kokan bir kumsal,
kum tanecikleri arasında küçük cam kırıkları,
yürümeye korkarak öylece duruyorsun
ve bekliyorsun
düşünüyorsun
devam etmeli miyim ?
kalıyorsun öylece inme iniyor sanki.

karşına bir kuru kafa çıkıyor,
mum alevi gibi gözleri boşluklarında
sana elini uzatıyor,
elinde bir şey tutuyor.
peki sağ eli mi sol eli mi ?
farketmez.
sana bağlı.

elinde; içinde kırmızı bir sıvı olan 
minik bir şişe var.
şişeyi alıp bir dikişte içiyorsun.
bu sefer sorgulamadan.

sonra bedenin de o en başta oluşan kapı gibi opaklaşmaya başlıyor,
yavaş yavaş insan bedenine bürünüyor
bir kadının formunu alıyorsun,
fakat hala eksik bir şey var;
bir ruh.

kuru kafa; sana bunu elde edemeyeceğini, imkansız olduğunu
ve bu konuda sana yardım edemeyeceğini fısıldıyor,
çürümüş yeşil bir solukla.
ve umursamaz bir biçimde keman çalmaya başlıyor
sana sırtını dönerek.

artık görünür hale gelmiş bedeninle kapıya adım atarak karşı tarafa geçiyorsun.
ve "o an" pişman oluyorsun.
aslında bütün sorun ölümlü olmakta.
bela, ölümsüzlük değil.

fakat kapı kapandı ve geri de dönemiyorsun 
geldiğin yere.
çaresiz, omuzların düşük, gözlerin yere çivili,
akordeon  çalan adamın önündeki şapkaya bir bozukluk atıyorsun.



8 Ekim 2012 Pazartesi

haşhaş



eylülü bıçaklamışlardı,
kızıl kanlar içinde yatıyordu yerde.
belki bir attilâ ilhan şiirinin içinde gizliydi,
belki cemal süreya.
belki eylül değil nisan ayıydı belki ekim belki kasım.

etraf sakat ve hasta çocuktan geçilmiyordu,
hala eskileri giyinip çıkıyordum dışarı,
hala eskilerden konuşuyordum.
geçmişi bir türlü silemiyordum yüzümden,
makyaj değildi ya bir mendille geçiversin hemencik..

eski adetler eski alışkanlıklar,
pas rengi bir lavaboda yıkadım yüzümü,
gri su birikintilerini sıçratarak yürüdüm.
minik kedi yavrularını şöyle bir okşayıp geçtim.
ve kulaklıklarımda yine aynı melodiler...

kargalar dolmuştu göğe,
kargalar şehrin esas hakimleriydiler,
kimselerin bilmediği türlü dilleri konuşup dururlardı.
geceleri fısır fısır türlü insanın türlü sırrını paylaşırlardı.
belki yüzyıllarca yaşarlardı ve yine de korkunç şeyler görüp geçirirlerdi.
fakat insanlar bilemezdi...

saçlarım dökülüyordu avuç avuç geçtiğim yerlere,
ardından kaşlarım.
sonra bir baktım ki gözlerimin yerinde yeller esiyordu.
ardından ruhumu yitirdim,
soluk bir hatıra olarak kaldım.

bir gün pul pul olup yerlere döküldüğümde küçük bir kız çocuğu geldi, beni küçücük elleriyle yerden tane tane toplayıp bir kavanoza doldurdu. kapağını sıkıca kapatıp, oyuncak dolabının gizli bir köşesine koydu. ansızın dolabın içinde beliren bir kara kedi de bir pati darbesiyle beni dolaptan dışarı itip yere düşürüverdi. tuzla buz.. yine atomlarıma ayrışmıştım. ama bu sefer imdadıma koşacak bir kız çocuğu yoktu. beni terk edip başka bir şehre gitmişti. orada daha güzel oyuncaklar varmış; anne babası aklını  çelmiş. ben de odadan içeri giren rüzgarın gazabıyla uçuşup pencereden dışarı daldım ve sonsuzluğa karıştım.
solmuş ama hala varlığını sürdürmekte ısrar eden ruhum bir çiçeğin tomurcuğunun içine konup orada sonsuz dinlencesine adım atmıştı.






3 Ekim 2012 Çarşamba

çılgınlığın ötesinde



gölgelerden fırlayıp
yine gölgelere karıştı sonunda.

embesil bir yalan yarattı kalbinde
ve buna inandı

aşkları ölümsüz sanıldı
oysa kusulmuş bir yemek artığından başka bir şey değildi.

yaklaştı, adamının uzun siyah saçlarını sağ elinin avucuna alıp, parmaklarına doladı. ipeksi saçlar elinden kayıp gidiyordu temizlikten. bir süre okşadı adamını. çenesinden başlayıp, yanaklarına, beyaz alnına, şakaklarına kadar okşadı. o alın ki aklığında pek çok sırlar barındırıyordu çook derinlerde. sonra yavaşça dudaklarına yaklaştırdı ağzını, sıcak, istek dolu nefesini. adamının dudakları sımsıkı kapalı çizgi halinde gözler önündeydi. incelerdi. onun da istekli olduğu her yerinden belli oluyordu ama bir sırrı vardı işte. dudaklarının inceliğinde saklı belki...
kadın kırmızı renkli iç çamaşırları içindeydi, gece lambasının ışığında gölgesi duvarda bir tuhaf görünüyordu. kumral düz saçları parlaktı. gözlerinin önüne kısa tutamlar düşüyordu. gözlerinden keskin ışıklar fışkırıyordu.

aslında bu senaryoyu tam tersi şeklinde kurgulamıştım fakat şimdi sonunu değiştirmek istiyorum. 

adam zümrüt rengi gözleri alev alev yanarken, gelip kadının incecik beline sarıldı. kulağına bir kaç erotik söz fısıldayıp yanağını yanağına yasladı. 

fonda Bauhaus çalıyordu..o bilindik 9 küsür dakika süren şarkısı..

bu arada küçük bir sineği laptop ekranında ezip öldürdüm. o da her bulduğu ışığa yanaşmasaydı napiyim.

sonra adam kadını belinden tutarak yatağa yatırdı. bir süre öpüp okşadı vücudunun her yerini. her bir noktasını kokladı. o an zümrüt yeşili gözlerde tuhaf bir elektriklenme oldu. o gözlerin ardına birer küçük iblis gelip yerleşmişti sanki. yeşilin yerini karanlık aldı. önce sol eliyle kadının ağzını sıkıca kapattı ve cebinden çıkardığı kelebek çakıyla kadının gırtlağını boydan boya yardı. duvara sıçrayan kanlar loş ışıkta garip bir şekilde ışıldıyordu. kadının gözleriyse şaşkınlıktan, ölümün aniliğinden ve korkusundan dev gibi açılmıştı. 

ölüyü oracıkta bıraktı. derin bir soluk verdi. banyoya geçmeden önce durup çalan parçayı değiştirdi. yerine Slim Whitman açtı. 

duşta soğuk suyun altında yıkanırken yaptığından memnun, sırıtıyordu. göz bebeklerinin arkasında minik bir şeytan dans ediyordu.
...